34,5406$% 0.22
36,4366€% 0.22
43,7612£% 0.3
2.959,05%0,82
5.064,00%0,10
3363037฿%4.57566
05 Temmuz 2022 Salı
Bugün 5 Temmuz 2022. Bundan 101 yıl önce; İtalyan işgalcilerin Antalya’yı işgal üssü yaparak başlattıkları Anadolu işgalinin (Antalya, Burdur, Isparta, Afyon, Konya, İzmir, Muğla ve ilçeleri) resmen sona erdirildiği, 5 Temmuz 1921 Salı gününün yıl dönümü.
Yine böyle sıcak bir günde, 2 yıl 3 ay 1 hafta süren Anadolu işgalinin ardından 5 Temmuz 1921 Salı günü Anadolu’yu, Antalya Limanından terk etmek zorunda bırakılmışlardı.
O gün; Türk askeri halkı toplamış ve bayram yapmışlardı. Sonra, düşmanın direnmeleri dolaylı olarak sürse de, Anadolu’nun önemli bir kısmı ile birlikte Antalya, 5 Temmuz günü düşmanın kirli çizmeleri ile çiğnenmekten kurtulmuştu.
Düşmanla işbirliği yapan bazıları, ermeni, rum, Yahudi ve sair ne varsa onlarda Antalya’dan kaçmak zorunda kalmış, kimileri gitmemek için ağlamışlar, kendilerini denize atmışlar…
Sonraki yıllarda, vefasızlar düşmanın kovulduğu ve bayram yapıldığı günleri unutmuş, unutturmuş… Tâ ki, 1994’e kadar…
O yıllarda, bizim yeni duyduğumuz; askeri okullarda ve turizm rehberleri ile bazı okullardaki öğretmenlerin çokça kullandığı bir cümle vardı: ANTALYALILAR HÜMANİST OLDUĞU İÇİN, İTALYANLARI ÇİÇEKLE KARŞILAMIŞLAR, AĞLAYARAK UĞURLAMIŞLAR…
Antalyalıları ve Türk milletini hâin ilân eden bu kurşun gibi sözleri Türk milletine ağır hakaret saydığım için başladığım araştırmalar neticesinde, Antalya Ekspres Gazetesi’nin sahibi ve Başyazarı Cevat ALP ağabeyle Mehmet ÖZTÜRK’ün Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı yaptığı ART televizyonunda yaptığımız uzun programlar, gazetesinde sürekli olarak yazdığımız yazılar, yüzlerce konferans, radyo-televizyon programlarının ardından 1994’de “5 Temmuz Antalya’nın İtalyan İşgalinden Kurtuluş Bayramı” olarak resmen kabul edildi ve büyük bir coşkuyla kutlandı!…
Sonraki yıllarda, biraz da bizim gayretlerimizle bir müddet devam etti…
Bazen kerhen, mecburiyetten kutladılar… “Temmuz’un sıcağında başımıza bunu nereden belâ ettin” dercesine, Atatürk Anıtı’na alelacele çelenkleri koyup kaçtılar… Bazen de hiç alâkasız, italyana ağıt düzenlere birkaç dakikalık konuşma yaptırarak zevâhiri kurtarmaya çalıştılar…
Yıllarca, 5 Temmuz günü Antalya Cumhuriyet Meydanı’nın bir kenarından nasıl kutlayacaklar diye seyrettim… Ecdâd bunlara mı mahkûm diye yalnızca üzüldüm…
Sonra, tekrar unuttular veya unutmak zorunda kaldılar…
Olmayan limanlarda “kayıkları nasıl kaydırırız bayramı(!)” ve sair bayramlar(!) ettiler de, vatanın düşmandan kurtarılmasına sevinemediler!…
Şimdi bakıyorum da; Türk vatanını işgal eden düşmana lâf söyletmeyenler, vatanın düşmandan temizlenmesini küçümseyenler, tepeden tepeden konuşup her bir şeyi bildiğini dikte ettirmeye çalışanlar… Vatan-millet davasını ben bilirim havasında olup da; kendisinden sonrakiler sıkıntı çekmesin diye şehid, gazi, aç, sefil olmuş ecdâdını hatırlamadığı gibi saygısızlık, vefâsızlık yapanlar… “Vefâ imandandır” hadîs-i şerîfinin, yalnızca kendisiyle işbirliği yapanlara gösterilmesi gereken bir düstur zannedenler; ecdâda, şehide, gaziye, millî-manevî değerlere sahip çıkmanın da “vefâ” olduğunu, bu vefâsızlığın iman meselesi olduğunu da düşünmeleri gerekir!…
Öyle ya, oyun oynaş içerinde olunan bu dünyanın bir de altı var!… Tabii ki, inandığını söyleyenler için…
Hani, şehîdin arkasından; “hakkını helâl et şehidim” diye bağırıp, sonra oyun ve oynaşa dalanlar… Ölmüş birisinin hakkını helâl etme yetkisinin olmadığı, hakkını mahşer günü karşı karşıya gelerek alacağını bilmeyenler…
Her şeyi hatırlayan ama ecdâdın vatanı kurtarıp bayram ettiği günü bilemeyenler…
Şehidler, gaziler, sizler zevk ü sefa içerisindeyken bir lokma ekmeğe muhtaç ölen ecdâd, size hakkını niye helâl etsin!… Hangi yüzle helâllik istiyorsunuz ki!…
Tabiî ki, 5 Temmuz sıcağında işgalci İtalyanı Türk vatanından çıkaranlara kızacaksınız, onları hatırlamayacak, hatta aşağılayacaksınız!…
Çünkü; Türk kalmanıza sebeb oldular!… İtalyan olup kurtulacaktınız, kurtulamadınız!… Avrupa Birliği’nin içinde, Avrupalı olacaktınız, engel oldular!… Hani, iki de bir çatışıp durduğunuz Allah, Peygamber, Kur’ân, haram, helâl ile uğraşmayacaktınız, yaptığınız iş sorgulanmayacaktı, rahat edecektiniz!… Papaza üç beş kuruş verip günahlardan kurtulup cennetin has köşesine oturacaktınız!… Papazla anlaşıp, istediğiniz her günahı işlemeye devam edebilecektiniz!… İşi gücü bırakıp, her naneye kılıf dikmek için uğraşmak, insanları ve Allah’ı nasıl ikna ederim planlarıyla cebelleşmek zorunda kalmayacaktınız!…
İTALYANLARI ÇİÇEKLE KARŞILAMAK, AĞLAYARAK UĞURLAMAK, GİTTİKLERİ İÇİN AĞITLAR YAKMAK, TÜRK’Ü YERDEN YERE VURMAK; işgal olmadan işgalcilerle gizli gizli görüşenler, savaş gemilerini ziyaret edip işbirliği planlayanlar, kuyruk acısı olanlar, Türk ülkesi işgal atındayken “serbest dolaşım kartı” ile bütün işgal bölgelerinde işgalciler himayesinde ticaret yapanlar, işgal komutanı ve askerleriyle işbirliği içerisindekiler, Türk yurdunun işgalinde düşmanla işbirliği yapanlar ve bir sır ile o kodları yaşatanlar elbette 5 Temmuz’ları sevmeyecektir!…
Ecdâdın mirasını hovardaca harcayanlar, yalnızca politik veya işlerine geldiğinde düğünü, bayramı, şehidi, gaziyi, çekilen acıları sözde hatırlayanlar!… Yine ihtiyacınız olur ise kullanmak istediğinizde kullanırsınız, size kim ne desin,!…
5 Temmuz yalnızca Antalya’nın değil, hiçbir zaman dönüp bakmamış Burdur, Isparta, Afyon, Konya, İzmir, Muğla ve ilçelerinin de İtalyan İşgalinden Kurtuluşu Bayramı kutlu olsun demeli miyim?…
Hayır!… Değmez!… Ecdâdın mirasını hovardaca yemeye devam edin!… İşinize geldiğinde, kullanmak istediğinizde alır kullanırsınız!… Size, kim, ne söyleyebilir!…
Vay milletim vay!… Bayram sizin neyinize!…
Ne dinî, ne millî bayramlara hakkıyla sahip çıkamadınız, kutlayamadınız ya!…
Türk kamuoyunda, suçlamalarla tartışılan Montrö Andlaşması hakkında; 22 Ocak 2020 tarihinde Ankara’da verdiğim ve yayınlanmış olan “Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve Boğazlar Meselesi” (Türkiye’mizin Bazı Sorunları ve Çözüm Önerileri, A. Usta, S. Türkyılmaz, Derleme, Ankara, Ekim, 2020, s. 221-233) konulu konferansımda; “Türk boğazları olarak ifade edilen, Lozan ve Montrö Andlaşmalarına konu olan Türk iç suları özelliği taşıyan Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve Karadeniz (İstanbul) Boğazı, Türk kamuoyunun, yakında da birçok ülkenin gündemini oluşturacaktır” demiş, meseleyi izah ederek, çözüm tekliflerimizi sunmuştuk.
Konu, bugünlerde yoğun bir şekilde gündemdeki yerini aldı. Ne var ki; akıl hocalığı yapanlardan, “meseleyi en iyi biz biliriz” diyenlere kadar herkesin derdi ortak görünüyor: “Acaba Rusya ne der, Amerikan menfaatlerine ters mi düşer, Avrupa ülkeleri incinir mi, haydi masada konuşalım mı derler…!?” bitmez tükenmez dertleri ve soruları uzayıp gider.
Hiç kimsenin aklına gelmiyor ki; “Türkiye ne der, Türk milleti ne söyler!?” Türkiye’yi ve Türk milletini gâvurun marabası, emir eri, kölesi, sömürgesi gibi görmek hastalık mıdır, tabiî bir vazife midir?
Lozan Andlaşması’yla Kıbrıs adası İngiltere’ye bırakılırken, 23. maddesiyle de Türkiye’nin bağımsızlığı ve güvenliği tehlikeye düşürülmüş ve Boğazlar mıntıkasının askersiz hale getirilmesi sağlanmıştı. Buna göre Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve İstanbul Boğazı 20’şer kilometre içerilere kadar silahsızlandırılmış ve Türk askerinden arındırılmıştı. 13 yıl uygulanan Lozan Andlaşması’nın bu maddesi, 1936’da Türkiye’nin girişimleriyle yeniden masaya taşınmış ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi imzalanmıştır.
Bu sözleşme ile Türk Boğazlarından geçiş rejimi ve boğazlar bölgesinin güvenliği yeniden düzenlenmiş ve 1923’de Lozan Andlaşması ile birlikte imzalanan Lozan Boğazlar Andlaşması’nın yerine geçmiştir.
20 Temmuz 1936’da Bulgaristan, Fransa, Büyük Britanya, Avustralya, Yunanistan, Japonya, Romanya, Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve Türkiye tarafından imzalanan yeni Boğazlar Sözleşmesi ile Türkiye’nin kısıtlanmış hakları kısmen iade edilmiş, Boğazlar bölgesinin egemenliği kısmen Türkiye’ye verilmiştir. 20 kilometrelik askersiz alana, tepkilere rağmen Türk askeri yerleşmiş, ancak boğazlardaki hâkimiyetine kavuşamamıştır.
20 yıl geçerlilik süresi olan bu sözleşme, iki yıl önceden ön bildirim ile fesih imkânı da vermektedir.
Türkiye, en zor zamanlarda kısmen tavizler vererek andlaşmalar imzalamak zorunda kalmış, şartlar olgunlaştıkça haklarını, kaybettiklerini geri almanın yollarını bulmuştur. Türkiye, önüne çıkacak veya oluşturacağı fırsatları her zaman değerlendirmek, kayıplarını kurtarmak ve büyüme yolunda ilerlemek zorundadır.
Ne var ki; akıl verenlerden, yol gösterenlerden pranga vazifesi yapanlar, Türkiye’nin ve Türk milletinin haklarını almasını ve büyümesini istememektedir.
Atatürk’ün, Meclis’in bir gizli oturumunda; “bugün çeşitli devletlerle andlaşmalar yapıyor olabiliriz, sabah kuvvetimizi bulduğumuzda, harekete geçer ve kaybettiğimiz yerleri geri alırız” meâlindeki konuşması, devletimize ve görevlilerine ışık tutmalıdır.
Bugün, Türkiye’nin iç suları durumunda olan boğazlar bölgesi, kaba tabiriyle yolgeçen hanı durumundadır. Boğazlar üzerinde Türkiye’nin egemenliği yoktur. Yapılacak yeni yollar, boğazlar, kimseyi egemen olduğu, serbest ve bedava geçiş hakkı olan yerden bir başka yola sürükleyemez.
Türkiye, şöyle bir karar almalı ve dünyaya ilân etmelidir:
“Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve Karadeniz (İstanbul) Boğazı Türk iç sularıdır, sular ve hava sahası geçişlere kapatılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin izni olmadan ve ücretsiz hiçbir yabancı geçiş yapamaz. Savaş gemilerinin, savaş araçlarının, savaş uçaklarının geçişi yasaktır. Ticaret gemileri ve özel deniz araçları izne ve ücrete tabidir…”
Bu ilânın neticesi ne olur? Türkiye’ye savaş mı açarlar? Ambargo mu uygularlar?
Kayıtlara göre, Boğazlardan yılda ortalama 100.000 gemi geçmektedir. Bu güzergâh ticaretin boğazı durumundayken, kuzey-güneyin geçiş köprüsüyken üç beş gün kıvranırlar, tehdit ve sâirenin ardından daha büyük zararlara uğramamak için kabullenmek zorunda kalırlar ve Türkiye, boğazlarda istiklâl-i tâm hakkını, egemenliğini elde eder.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi sebebiyle; Boğazlardan kontrolsüz geçip, Akdeniz’in altını ve üstünü dolduran silahlar, denizaltılar, savaş gemileri, çıkması muhtemel Üçüncü Dünya Savaşı’nı sürdürecek silah mikdarına ulaşmış, ne Türkiye’nin sesi çıkabilmiş, ne de başkalarından bir tepki gelmiştir.
Dünya ülkelerinin, Akdeniz’in altını ve üstünü doldurduğu silahları ilk kullanacağı ülkenin Türkiye olduğu kesindir. Türkiye, en büyük hatalarından birini yaparak, güvenliğinin tehlikeye düştüğü gerekçesiyle, hakkı olduğu halde boğazlardan silah geçişlerini durdurma girişiminde bulunmamıştır.
Bütün yaşananlara ve yaşanacaklara bakınca, “Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne dokundurtmayız” diyenler, acaba Türkiye’nin menfaatlerini mi koruyor, yoksa müstemlekelerin, Türk boğazlarının egemenliğini ele geçirmiş olanların Türk boğazlarındaki işgallerinin devam etmesini mi savunuyorlar, düşünmek gerek!..
Türkiye, daha da gecikmeden Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ndeki aleyhine maddelerin tamamını iptal ettiğini, yok saydığını, boğazların tek egemen devletinin Türkiye olduğunu ilân etmek zorundadır.
Lâf kalabalığı olsun diye çok konuşulan “dost devlet” kavramı, günü kurtarma, gönülleri kandırmadan başka bir şey değildir. ABD, Rusya, İngiltere, Avrupa Devletlerinin ve diğerlerinin etrafımıza yaptıkları yığınaklar, kazdıkları mevziler, topraklarımızdaki üssler Türkiye’ye savaş açma hazırlığıdır. Bu savaş, kısmî olarak maşaları aracılığıyla zaten uzun yıllardır yapılmaktadır.
Türkiye, devletimizin içindeki ur ağları olan üssleri kapattığı gibi Montrö başta olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin, Türk vatanının, Türk milletinin varlığının dibine konulmuş, birliğine, dirliğine kast eden atom bombası olan, baskılar veya çeşitli sebeblerle kabul edilmiş diğer birçok milletlerarası sözleşmeleri de iptal ederek Türk milletinin geleceğinin önündeki tehlikeleri ortadan kaldırmalıdır.
Türkiye, zayıf zamanlarında bile anlaşmaları iptal etme, yerine Türk menfaatlerine uygun anlaşmalar yapabiliyor, mevzi, toprak kazanabiliyor ise bugünkü gücüyle daha büyük başarıları elde etmesi zor olmayacaktır.
Türkiye, ya hürriyet ve istiklâlindeki eksiklikleri giderip, yaralarını tedavi ederek gereken adımları atacak, ya da Biden babası azarlar mı, Putin babası kaşlarını mı çatar, Sam amcaları kızar mı diye kıvranmaya ve kendisini değersizleştirmeye devam edecektir!…
ERMENİ KUŞATMASI
Osmanlı’dan beri, 1915 olaylarını bahane ederek Türk milletine ve devletine karşı tecâvüzkârâne saldırılar devam etmektedir. Ermeniler için binlerce yıllık Türk topraklarını işgal ederek kurdukları sahte devletin bünyesine yerleştirdiklerinin yattığı yerden, çalışmadan yüzlerce yıl çatlayana kadar yemelerine gerekecek parayı tazminat adı altında para ve toprak olarak toplayabilmek, sahte devletin sınırlarını genişletebilmek için yalanlarla, sırt sırta verdiği haçlı güruhuyla Türk milletini sürekli tâciz etmeye çalışmaktadırlar.
Türk milleti adına gevşek davrananlar sebebiyle bu yılan hikâyesi bir türlü bitmek bilmemektedir.
Türk milleti, her yıl nisan ayına doğru tertip edilen bir telaşla, acaba ABD “tehcir” ya da “soykırım” kelimesini kullanacak mı, kullanmayacak mı diye psikolojik harp saldırısıyla aylarca huzursuz edilirdi. Çok şükür, nihayet 24 Nisan 2021’de Biden, “soykırım” da dedi, “Konstantinapol” hayalini de deşifre etti. Amerika’nın ağzına bakanlar rahatladı, sahte dünya liderinin sözleri ve hareketleriyle kıvrananlar da sancı çekmekten kurtuldu.
Birilerinin Biden’esi, Türkleri “soykırım”la suçlamış ve “Konstantinapol” sayıklamasıyla da Türkleri İstanbul’da, Anadolu’da, Türk yurdunda işgalci ilân etmiştir.
Bu durum, Türk milletini kenetleyecek, yattığı gaflet uykusundan uyandırıp ayağa kaldıracaktır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin idarecileri ise; milletiyle yan yana yürüyerek dünyanın umudu, başı dik, tehditlere gelmeyen bir devlet olduğunu gösterip Türkiye’deki bütün Amerikan varlıklarına el koyarak Amerikalıların hepsini hemen sınır dışı etmelidir. Edebilir mi!? Etmesi gerekir de, yapabilir mi!? Yaptırırlar mı!?
Düşmanın, düşman gibi davranması iyidir, doğruları yapmaya vesîle olur. Ambargolar iyidir, vermedikleri üretmek zorunda kalınır.
Dayattıkları kanunlar, sözleşmeler tâdil veya iptal ederek asırlar ötesine yürümek daha güvenli olur.
Ülkenin her yerinde ellerini kollarını sallayarak gezemezlerine izin verilmez ve ülke daha da selâmette olur.
Acar hırsız, ev sahibini bastırırmış ya, öyle oldu. Katil ve soykırımcı Ermeniler ile Amerika ve aynı özellikleri taşıyan sabıkalı devletler, bayram yaparak Türkiye’yi suçladı. Bir millet, katil denmekle katil olmaz. Katil ise, masum demekle masum olmaz. Yeni moda, hırsız namusluya hırsız diye bağırır, katil masuma katil diye bağırır ki, kendi kiri, pisliği görünmesin…
Ermenilerin, yunanlıların, fransızların, ingilizlerin, çinlilerin, italyanların, amerikalıların ve diğerlerinin tarihleri, dünleri ve bugünleri kan deryasıdır. Akıttıkları kan deryasında yüzmektedirler. Onlar için bu yaptıkları normaldir. Çünkü, yedikleri, içtikleri, onları canlı tutan gıdaları, insan eti ve kanıdır. Katillik ve soykırım ifadeleri onların bu dünyada yaptıklarını izah etmeye yetmez.
Ermeniler; fırsat bulana kadar kendilerini millet-i sâdıka göstermişler, fırsat buldukları anda ise hayvanları bile utandıracak vahşilikte soykırıma girişmişlerdir. Yaklaşık iki milyon Türk’ü camilerde, evlerde toplu halde diri diri yakmışlar. Toplu mezarlar açıp diri diri gömmüşler. Diri diri derilerini yüzmüşler, cinsel organlarını, parmaklarını, kulaklarını, burunlarını, dillerini kesmişler, iç organlarını çıkarıp parçalayıp sergilemişler, analarını-babalarını bağlayıp önlerinde “Türk kebabı yapıyoruz” diyerek minik parçalara ayırıp, karlar üzerine sermişler, hamile kadınların karınlarını yarıp bebekleri kazanlarda pişirmişler, süngülere takıp katletmişler, birçok köylerde kadınların tamamını iki metrelik kazıklara oturtmuşlar, bazı köylerde hayvanlar da dahil hiç canlı bırakmamışlar, komşu diye gözetilenler komşusuna akla ziyan her türlü kötülüğü yapmış, tecavüzlerin haddi hesabı olmamış…
Bu ve benzeri vahşetleri ermenisi, rumu, yunanı, fransızı, çinlisi, hintlisi, bütün haçlı ve küffâr gürûhu yapmıştır. Dünyanın birçok yerinde yapmaya da devam etmektedirler.
Bu yaratıkların yaptıklarına karşılık, bazı bölgelerde nefs-i müdâfaa, ermeni soysuzluğuna karşı direnme korunma gayretiyle katil ermenilerden ölenler olmuş, daha sonra Osmanlı Devleti kendi topraklarındaki çok daha güvenli bölgeye ermeni katilleri göç ettirerek koruma altına almıştır. 1915 tehciri denilen hâdise; ermeni katillerin daha güvenli bir bölgede koruma altına alınmasıdır. Öyle ki; Osmanlı Devleti, Ermenilerin korunmasında yeterli güvenlik tedbirlerini almadı iddiasıyla Yozgat Mutasarrıfı ve Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey gibi bazı değerli bürokratlarını idam ederek ermenileri kıymetlendirmiştir.
Türkiye’yi soykırımla suçlayan Amerika; 12 Ekim 1492 de Kristof Kolomb ile başlayan ve keşif diye yutturulan işgal ve soykırım tarihinden ibaret olan Amerikan tarihi, insanlığın yüzkarasıdır. Bugün Amerika’yı demokrasinin beşiği ve en büyük devlet olarak lanse etmeye çalışanlar, insanların akıllarıyla oynayarak hayalî bir dünya sunmaktadırlar.
Amerika, Japonya’ya attığı atom bombasıyla tek atışta yüz binleri yok ettiğinde ilk defa “büyük devlet” diye anılmıştır. Bu büyüklük, katledilen insan sayısına bağlı olarak katilliğinin büyüklüğüdür. Zamanında Osmanlı Devleti’ne vergi ödeyen Amerika’nın, İslâm ülkeleri başta olmak üzere dünyanın her yerinde soykırım, kan ve gözyaşından başka bir başarısı yoktur.
Amerika kıtası, Kızılderili Türkleri’nin ülkesidir. Yani, Amerika kıtası Türk toprağıdır. 1492’de 18 milyon olduğu söylenen Kızılderili nüfusu, soykırıma uğratılmamış olsaydı, bugünkü Amerikan nüfusunun iki katından en az altı yüz milyondan fazla olacaktı. 1492’den itibaren Avrupa’nın hırsızının uğursuzunun işgal ettiği Türk toprakları, soykırım kıtasına dönüşmüştür.
Afrika’dan Amerika’ya avlayarak, hayvan gibi alıp satarak getirdikleri siyahî Müslümanları köleleştirip, insan olarak dahî kabul etmeyip işkencelerle, tecavüzlerle, ölüm tehditleriyle hıristiyanlaştırıp, tecavüz çocuklarından oluşan melez nesilleri de köle ordusuna katan, utanma duygusu olmayan, insanlıktan nasipsiz bu gürûh, dünyanın başına dert olmuştur.
Öyle ki; 26 Nisan 2021’de yapılan Oscar töreni, “siyahî insanlara yapılan zulümlere isyan töreni” olmuştur. Amerika, hem kendi vatandaşına, hem de dünyanın her yerindeki insanlara o kadar çok zulm etmiş, soykırım yapmış, kan ve gözyaşı döktürmüştür ki, artık yıkılma vakti gelmiştir. Zulm ile âbâd olunamayacağını herkes görecektir. Hep birlikte göreceğiz, Amerika’nın dağılma ve yıkılma vakti çok yakındır.
Biden’in, Konstantinapol açıklaması; Türkiye’yi eline fırsat geçtiği anda yok etme fırsatını kaçırmayacağını, ataları ve mirasçısı olduklarını iddia ettikleri Roma/Doğu Roma/Bizans İmparatorluğu’nu yeniden ihyâ etmek, kurmak hayallerini açık etmiştir. Bütün haçlı dünyası aynı inançdadır ve aynı hayali kurmaktadır.
Haçlı dünyası, küffâr ülkelerinin hepsi soykırım suçunu işlemişler ve işlemeye devam etmektedirler…
Belgelerde kayıtlı olanları yazmaya yürek dayanmaz… Ama yazmalı… Yazmak için de yürek gerekir. Ne var ki; ne Türkiye adamakıllı konuyu anlatabilmiş, ne de bu konuda çalışanlara sahip çıkmış, destek vermiştir. Üstelik bu konuları çalışan birçok kimsenin başına nice sıkıntılar gelmiştir.
Açılım ile Türkiye’deki gizli ve açık ermeni diasporası şımarmış, televizyon kanallarında kimisi; “Osmanlı bir ermeni devleti idi, ermeniler olmazsa Osmanlı yok olur” derken, kimisi de; “Osmanlı Devleti bir yahudi devletidir, yahudiler olmazsa Osmanlı Devleti yoktur” diyecek kadar pervasızlaşmışlardır. Onlara göre Osmanlı da, Türkiye’de ermenidir, yahudidir. Yani onlara göre; Türk’ün vatanı, Türk’ün devleti, Türk milletinin değildir, ermeninindir, yahudinindir. Şımartıldıkça, elde ettikleri mal, makam, mansıb sayesinde devletin de, vatanın da sahipleri olduğunu iddia etmek pervasızlığını yapmaktan çekinmez olmuşlar ve Türk milletini aşağıladıkça aşağılamışlardır.
Yaşananlar Türklüğün para etmediğini, sıkıntıdan başka bir şey getirmediğini görenler ve öyle algılayanlar, mal, makam, mansıb hırsı ruhlarını, benliklerini bürümüş olanlar, kendilerine Türk olmayan baba arayışına girişmiş, bir yerlerden başka bir bulaşıklık olduğunu hikâye etmeye başlamışlardır. Öyle ki, Peygamberimiz (S.A.V.)’in Veda Hutbesi’nde; “babasından başka baba arayan soysuzlar” diyerek ”lânet ettiği” kimseler kervanına katılarak, bilmeden Peygamberimizi doğrulamışlardır.
Saf sağlıklı su zannedilerek içilen baraja, açılım adlı maddeden damlatılınca her şey çözülmüş, suyun içindeki zararlı maddeler ortaya çıkmıştır. Açılımı fırsat bilen kürt, alevi, islâmcı, cemaatçi, tarikatçı, partili, dernekçi, şuncu, buncu kılığına girerek kendilerini partilerin, cemaatlerin, tarikatlerin, gazetelerin, televizyonların, çeşitli kurum ve kuruluşlarla, devletin içine saklamış ermeni ve sâir ayrılıkçılar ve yandaşları başlarını kaldırmışlar, “soykırımcı, ırkçı, katil Türkiye” gibi hakaretlerle kendilerini göstermişlerdir…
Türk kültür ve tarihinde; Türk ülkesinin sınırları içinde olan herkes, günümüz tâbiriyle Türk vatandaşı olan herkes Türk kabul edilir. Bu mihenk noktasından hareketle, hiç kimseyi ayrı görmek gibi bir bakış açısı doğru olamaz.
Ancak, kendisini ayrı görmekten, Türk’e düşmanlık etmekten vaz geçemeyen, ıslah olmaz Türk düşmanlığı hastalığına yakalanmış, Türk milletine ve devletine zarar vermekten kendisini alıkoyamayanlar vardır.
Şimdi Biden’in söyledikleri ve destekçileri ile öz yurdumuzda yapılanları kıyas edince…
Bu tür çıkışlar, Türk milletini uyuduğu uykudan uyandırır, oturduğu yerden ayağa kaldırır, biribirine kenetlendirir, bir yumruk olur ve gereken yere iner!…
Türkiye, 24 Nisan’ı veya 12 Ekim’i Kızılderili Türkleri’nin Soykırım Günü ilânı ile tel’in eder!…
Ankara’daki ve İncirlik’deki başta olmak üzere bütün Amerikan üslerine ve varlıklarına el koyup, Türkiye’nin etrafına sürekli yığınak yapıp savaş hazırlığını sürdüren Amerika’yı Türkiye’den sürüp çıkarır!…
Olur mu!?… Yapar mı!? Bekleyip göreceğiz… Umud etmek iyidir…
Şer zannedilende hayır, hayır zannedilen de şer olabilir…
Bu tür pervasızlıklar, Türk milletinin titreyip kendisine dönmesi için iyidir…
Türkiye, uzun zamandır planlı bir şekilde devam ettirilen “kadın adam kavgası” içine çekildi. Bu kavga, tansiyonu her gün yükseltilerek daha da ileri boyutlara taşınmaktadır. Gelinen noktada görünen o ki; karı-koca, kız kardeş-erkek kardeş, kadınlar-erkekler birbirine düşman saflarına doğru sürüklenmektedir. Kavgadan uzak gibi görünenler bile, ağızlarını açtıklarında alevler saçmaktadırlar. Arada saygı sevgi var gibi görünse de, oluşturulan rekâbet ve düşmanlık, var olduğu iddia edilen bağların hakikatde yok olmaya sürüklendiğini ya da hiç olmadığını göstermektedir.
İnsanlar bilmese de, Türkçe’de “adam”; “insan, kadın ve erkek” anlamındadır. “İlim adamı”, “fikir adamı”, “iş adamı” ve diğerleri, ayırmadan kadını ve erkeği anlatır. Cehâletin ve Türkçe’ye ihânetin fedâileri ise; “iş insanı” “iş kadını” gibi zavallı bir ayrımcılıkla Türk milletine savaş açmışlardır. Terörle, milletlerarası Sözleşmelerle başaramadıklarını, aile yapısını temel alarak, millet ve devlet birliğini bozmanın kestirme bir başka yolunu bulmuşlardır. Ne yazık ki Türkiye’de, slogan peşinde koşan, bilgisi ve fikri olmadığı için yalakalık yaptığının her sözünü ve hareketini, Allah sözünden üstün tutarak papağan gibi tekrarlayan büyük gürûh, bu savaşı yayma gayretindedirler.
İddia odur ki; kadın, kendi bağımsız kazancını elde ederek ayaklarının üstünde durmalı, erkeğe muhtaç olmamalı, erkek ona muhtaç olmalıymış. Kavga, aileden başlatılarak büyütülme ve benzin dökülerek harlanma ve yayılma gayretindedir. Büyük ölçüde de başarılmıştır.
Halbuki, Türk kadını; devlet yönetiminde, savaşda, barışda, tarlada, evde, işde, her yerde kocasıyla yan yana, omuz omuza birlikte çalıştılar, birlikte başardılar, birlikte yönettiler. Sen ben davası gütmediler. “Ben olmasaydım, olamazdın” kavgası yapmadılar. Saygı, sevgi ve bağlılık vardı. Keza İslâm’da da öyledir. İki cihanı, iki ucundan beraber tutarak kaldırdılar ve dünyalarını da, ahiretlerini de ma’mûr ettiler. Hayatta her ne başardılarsa beraber başardılar. Sırt sırta, omuz omuza, baş başa, gönül gönüle verdiler ve insanlığın milletleştiği günden beri, binlerce yıldan beri var olan Türk milletini devletleştirip dünyaya hâkim kıldılar ve dünyanın efendisi oldular. Dünya onların etrafında şekillendi. Zamane yetmeleri gibi kadınları “hani beni kraliçe yapacaktın?” demedi. Kadın erkeğine “Bey” dedi, bey de kadınına “Hân’ım” dedi. Zamaneler, kral olmadan kraliçe olunamayacağını düşünemedi. Bencil, egoist, materyalist, yalnız kendisini düşünenler gibi olmadılar.
Son neslin zaaflarını, bozulmuşluğunu keşfeden içerideki ve dışarıdaki Türk milletinin ve devletinin düşmanları bu zayıf noktadan vurmaya başladı. Görünen o ki; vurulan yerden ciddi kanamalar başladı ve daha da yayılıyor.
Dayatılan, her şeyin en mükemmelinin var olduğu ve yaşandığı iddia edilen batı dünyasında hiç öyle bir şey olmadı. Batı, en yakını olan kadını insan bile saymadı, pazarlarda aldı sattı, herhangi basit bir eşyadan farklı tutmadı. Kadını, dinleri bile korumadı, insan kabul etmedi. Hâlâ aynı anlayış devam etmektedir. Dünyanın birçok yerinde de böyleydi. Türk milleti, sanki sapık dinlerin, sapık anlayışlarına sahipmiş gibi yapılan dayatmalar neticesi Türk toplumunda müthiş bir bozulma meydana getirildi.
Politikacılar, basın-yayıncılar, ilim dünyası, nihayetinde herkes kadın ve erkeği iki muarız, birbirine düşman iki ayrı yaratık olarak lanse ettiler. Kışkırtıcılığa varan uygulamalar da dikkate alındığında, aile yapısı, dolayısıyla millet ve devlet yapısının bozulacağı, yıkılacağı aşikâr oldu. Milleti dağıtmanın ve devleti yıkmanın en kolay yollarından birinin bu olduğunu keşfettiler.
Yeni doğmuş bebeği “kadın” diye kayıt altına alan mantığın, iyi niyetli olduğunu söylemek mümkün değildir. Okullarda, daha reşid olmamış kız çocuklarına bile “kadın” diye hitap eden anlayış hasta, sıkıntılı ve ard niyetlidir. Dünya dillerinin hangisinde evlenmemiş bir kıza “kadın” şeklinde hitâb edilir. Böyle bir davranış hakaret sayılacağından, hiçbir yerde hoş karşılanmaz ve bedeli ödetilir.
Toplumda, gayr-i ahlâkî hayat tarzının sürekli özendirilmesi, televizyonlarda millî ve manevî değerlerimizi yok eden, kimin elinin kimin cebinde olduğu belli olmayan, Türk milletini sapıklıkta dünya birincisi gösteren, toplumu ahlâk dışı yaşamaya sevk eden özendiren, normalleştiren yayınların ısrarla ve sürekli yapılması ve göz yumulması, gayr-ı meşru hayatın suç olmaktan çıkarılıp, yaygınlaştırılması ve diğerleri Türk aile yapısına, Türk milletine, Türk devletine pimi çekilerek atılmış bombalardır. Bütün millî ve manevî yapılar çöküşe geçmiştir. Toplumu koruması gereken kurumların ise gözü kör, kulağı sağır olmuştur. Ailede yok edilen birlik, güven duygusu, millete ve devlete de sirâyet etmiş, yıkıma doğru sürüklenmektedir. Türkiye’deki yayınları yurt dışından izleyenlere, Türk milletinin çok büyük bir ahlâkî çöküntüde olduğu, güvenilemeyeceği, emsâl alınamayacağı mesajı verilmekte ve Türk milletinin itibarı yok edilmektedir.
Toplumdaki haksız, pozitif uygulamalar, adalet ve güven duygusunu yok etmektedir. Asl olan, hakkın hak sahibine verilmesidir. Hayatın hiçbir alanında, herhangi bir varlığın cinsiyeti, rengi, inancı, sosyal topluluğu, tahsili, zenginliği, fakirliği, soy bağı, ona herhangi bir üstünlük sağlatmamalıdır. Günümüzün tabiriyle pozitif ayrımcılığa sebeb olmamalıdır. Yani birinin hakkı elinden alınıp, bir diğerine verilmemelidir. Adaletli olunmalıdır. Hani kimsenin dikkate almadığı ve yalnızca işine geldiğinde kullandığı, Arapların İslâm öncesi câhiliye çağlarında kendi suçlularını korudukları gibi değil de; “hırsızlık yapan, kızım Fâtıma da olsa kolunu keserim!” hükmü var ya, onun gibi…
Devletin yapması gereken ve çözüm yolu; toplumda çarpıştırılan, savaştırılan ayrılıklar yerine; kanunları ona göre düzenleyip, millî-manevî, ahlâkî yapıyı sağlamlaştırmak, hayatı çekilmez hale getirmek yerine her bir ferdin, ailenin kimseye muhtaç olmadan asgarî geçim ihtiyacını karşılamak, kıt kanaat geçinen fakirden, öğrenciden zorla para toplamak yerine eğitime karşılıksız destek vermek, yurtları ücretsiz yapmak, kredi değil karşılıksız burs sağlamak, toplumun topyekûn üretim yapmasına ve alım garantisine imkân hazırlamak, yabancı ve yabancılaşmış şirketlerin, fırsatçıların, savaş ve hastalık vurguncularının milletin kanını canını emmesini önlemek, haksız gasb edilmiş milletin kazancının gasbcıdan geri alınmasını sağlamak, yer altı-üstü zenginliklerini millete kazandırmak, yabancıların ve yabancılaşmışların ülkeyi ve milleti sömürmesine izin vermemek, faiz ve tefeci kıskacından korumak, milletin hakkını gasb edenleri bertaraf etmek, zalime fırsat vermemek ve gereğini yapmak, hakkı sahibine teslim etmek, kısaca hakiki, adaletli bir “devlet baba” olmaktır.